12 Haziran 2021 Cumartesi
Protestonun veya bir biçimde karşı gelmenin başlattığı eylemlerin kargaşa yapısına dönüşmesinde, aydınlanmadan ve siyaset felsefesinden uzaklaşan yöneticilerin adaletin yörüngesinden çıkmalarıyla sıkı bir bağlantı olduğunu iddia edersek desteksiz sallamış olmayız.
Özellikle yöneten kesimin demokrasiyi hazmettikleri ülkelerde bazı yaptırımlara karşı duruşunu gösteren topluluk veya bireylerin eylemleri çok doğal ve anlayışla karşılanır. Düşünce özgürlüğünün bir yansıması olan demokratik eylemleri suç gibi göstererek karşı güç kullanan yönetenler, yöntemlerindeki yanlışta ısrar ederek yönetimlerindeki arızayı onarmaktan kaçınmalarının bir nedeni olması gerekir.
Bu nedenler listesine, her talep karşılık bulursa bunun sonu gelmez, birilerinin kazanması için birilerinin de kaybetmesi gerekir, bugün sesle dile getirilen düşünceler yarın gerçekleşebilir… Gibi iddiaları da ekleyebiliriz.
Yetki ve idare makamına gelmeden önce halkın haklı taleplerine sıcak bakarak, hatta bu konuda sözler vererek erki ele geçirenlerin daha sonra değişmelerini siyasetin yapısına bağlayanlar olduğu kadar, bunun ahlaki çürüme olduğunu da savunanlar az değildir.
Ne yazık ki; bugün bölgemizde Asr-ı Saadet olarak ideal islamı düşünen ve ideal Sosyalizmi düşleyen halklar, kapitalizmin vahşi pençelerine yenik düşmüşlerdir. Asıl olması gereken emek-sermaye çelişkisi ve çekişmesi bugün ülkemizde de unutulmuş veya unutturularak, asıl amacın sermayeyi kimin yöneteceği kavgasına dönüşmüştür. Hazineyi kim kaybettiyse hırçınlaşmış ve yeniden ele geçirmek için her türlü tezgâhı denemekten geri kalmamışlardır.
Komik bir asgari ücretle yaşamaya mahkum edilerek emeği n sömürüldüğü, sendikalaşmanın zorlaştırıldığı ve yozlaştırıldığı ülkemize yabancı sermayenin gelmesini kendi başarıları olarak gösterenler mutlaka şunu da söylüyor veya akıllarından geçiriyorlardır.
“Buyurun beyler, bu ülkede çok ucuzdur emek ve insan; uzun yıllar darbelerle sindirilmiş ve hak arayanların hakkından gelinen bir halkımız var!.. Ayrıca kaderci ve verilenle yetinir bizim insanlar!..”
Temsiliyet ve demokrasinin yüzeysel olması, saydamlığı savunması, halkına hesap soran değil, hesap veren yürütmenin olması gerekirken, demokrasiyi salt oy kullanmak olarak anlatanların olduğu yerlerde ne yazık ki devlet yapılarında da yanlışlıkların olması kadar doğal bir durum olamaz.
Hangi devlet olursa olsun o devletin mutlaka “derin yapısı” vardır, diyerek, her devletin içindeki illegal yapılanmayı normal karşılayanların ve bunun böyle olması gerektiğini savunanların yönetimlerde hayat bulduğu bu dünya düzeninde, hangi düzen olursa olsun, o düzenin güzelliğinden değil, çirkinliğinden bahsetmek gerekmez mi!
Sistemlerin sistem dışıyla varlığını sürdürmelerinin sonunun gelmesi için, insanlığın daha gelişmesini beklemek gerekecek galiba!
“Bu adamlar; derinliklerin adamları; yeraltı çalışanları, kazarlar, ararlar, hep daha derine girerler… İsteyerek havadan yoksun bırakırlar kendilerini, geceyi sevmeye başlarlar..” Nietzsche bunu söylerken, tek tesellimiz de “İtalya ebediyen faşist kalacaktır,” diye düşünen ve haykıran Mussolini’nin sonudur… Anlaşılan hiçbir sistem sonsuza dek sürmüyor!.. Her politakanın ve her söylemin ve de her yalanın bir sonu geliyor mutlaka!
Nerede ve hangi ülkede olursa olsun, bütün halkların masumiyetine inanmamız gerektiği kadar, saflığın oluşturduğu bir kör noktaları olduğunu da kabul etmemiz gerekir.
Ahlakta, törede, sağlıkta ve siyasette emir almadan genel doğruyu kendi özgür seçimiyle bulan topluluk, kendini yönetme hakkına sahiptir; aksi halde mutlaka bir çoban gerekir!
“Ben şunun şöyle olmasını istiyorum; o halde siz de öyle isteyin!..”
Veya, “Ben buna karşıyım; o zaman siz de karşı olun!..” Gibi emirli cümlelere ses çıkarmayanların bir kör noktası yoktur, gözleri ve akılları tamamen kapalıdır!
Umarız hiçbir yönetim adaletin yörüngesinden çıkmaz; yoksa bu dünyada oyalanmak için olan şan yalan olurken, zaten yalan olan mülk de birden talan olur!
Siyasette, inançta, adalette ve de vicdanda çürümeleri durdurmak o kadar da zor değil!
Çürümelerde en etkin elaman, mikroplardır. O halde mikroplara karşı tedbir almak yeterli olur sanırım.
En azından böyle düşünmek gerekir!
Öyle insanlar, öyle siyasetçiler ve de öyle gazeteciler vardır ki; kırk çeşmeli, kırk hamamda kırklanarak tövbe etseler de omuzlarında taşıdıkları kirler temizlenmez.
Açıkça söyleyelim!
Bunların önde gelenleri; yani eroin, kokain gibi zehirlerle gençliği mahveden uyuşturucu baronları ve halkına yalan söyleyen siyasetçiler ve bunların ardından giden kendine gazeteci diyen yalakalardır.
Ve de birileri insanları zehirleyerek kasalarını doldururken, diğerleri de “amaca giden her yol mubahtır,” yılanlı ve yalanlı dilleri ile halkını aldatanlardır.
Eğer, amacınız iyi ise, eğer amacınız toplumun ve kutsallığın yolunda ise, bu yol yalnız doğrulardan ve sevgiden geçer; yok, amacınız kötü ve yanlış ise, sizin yürüdüğünüz yol da elbet amacınıza benzer!
Günümüze uygun siyaset yaptığım falan yok!
Bu satırların yazarı, her zaman siyaseti, emek-sermaye çelişkisi çerçevesinde yapmıştır. Vatanseverlik ve vatan hainliği bağlamında herkes ahkâm kestiği için o konu biraz sulandırılmıştır.
Mesela, Mustafa Kemal Atatürk’e “hain,” diyenler “vatansever” olmuş; Mustafa Kemal Atatürk’e “vatansever;” diyenler de “hain” olmuş!
Yani, “at izi, it izine karışmış,” değil, bilerek ve isteyerek karıştırılmış.
Bunun için, kutsallar yine sulandırılarak kullanılmış, gerçekler inkâr edilerek iftiralarla toplum yönlendirilmeye çalışılmıştır.
Öyle ki bu vatanseverlik ve vatan hainliği “keşke Yunanlı kazansaydı,” cümlesinin kurulmasına kadar gelmiştir.
Burada asıl mesele şudur!
Kim haindir, kim değildir!?
Kim cumhuriyet düşmanıdır, kim değildir!?
Bunun tek cevabı ise, benim her zaman söylediğim bir sözde karşılığını bulur. Evet, “olaylar insanların gerçek kişiliğini ortaya çıkarır!”
Söylemler, günün koşullarına göre ve riyakârlık kokan cümlelerle değişebilir; ama olayları ve eylemleri değiştiremezsiniz; çünkü, onlar gerçeğin ta kendisidir!
Hadi fikrimize dönelim.
Ve diyelim ki; kapitalizm bulunduğu coğrafyanın yapısını ve çatısını kullanarak kimi yerde hilal, kimi yerde haç; kimi yerde milliyetçilik, kimi yerde etnikçilik maskesini kullanarak kendini kabullendirir ve yaşatır. Önce tekelleşir, sonra tröst bir erkle sömürüye başlar.
Sömürdüğü kimdir?
Bulunduğu ve erki eline geçirdiği coğrafyadaki insanının emeği, bulunduğu coğrafyanın, suyu, toprağı, madeni ve umududur.
Bu yıllardır böyledir ve böyle gitmektedir.
Kapitalizm her zaman sermayenin yanında yer alarak, sermayenin sömürmesine ve semirmesine katkıda bulunmuştur. Bunun aksi zaten yapılarına ters düşer.
Kapitalizm ve bunların bukalemunları da gerektiğinde inançları kullanarak (ya haç takarlar ya da hacı olurlar) fikirlerini zikrederler!
24 Ocak kararlarını hayata geçirmek için, seksen darbesinin temelini gençleri birbirine kin ve nefretle; yalan ve iftira ile birbirlerine kırdırarak atarlar.
“Bu kış komünizm gelecek,” ya da “irtica hortluyor,” gibi iddialarla yerlerini ve fikirlerini pekiştirmeye çalıştıklarını bilenler bilir.
Bunun için cinayetler işlenir, bombalar patlar.
Canların gitmesi, cananların ağlaması onların umurunda değildir. Giden canlar, sonsuz uykudayken, kalan cananlar da derin uykuya devam eder!
Hal böyleyken, gün gelir ve yaşamışızdır o günleri de!
Vatan ve memleket sevdasını terk edilmez aşkı sayan ve “Sevdalınız komünisttir,” diyen Nazım Hikmet’in şiirlerini kongrelerinde siyasi partilerin genel başkanları okur!
Demek ki asıl mesele vatan ve bayraktır, asıl mesele bağımsızlık ve emperyalizme karşı duruştur.
E, mesele bu ise!
Bu eziyet niye ki!
Kim yalan söylüyor, kim maskeli acaba!
Maskeleri çıkarın, desek, bizim de adımız komüniste çıkar; ki biliriz bu topraklarda gerçekleri söyleyenler pek sevilmez!
Olsun!
Sevdalınız, bağımsız Türkiye’den, emekten yana ve sömürüye karşı biri işte!
Fikri, fikrim olanlar yalnız değilsiniz, demek için bu kadar kelam eyledik bilesiniz!
Ne günlere kaldık!
Bu nasıl bir siyaset, ya da siyasete nasıl tapınmaktır bu!
Seversiniz ya da sevmezsiniz; fikrini, siyasetini onaylarsanız veya onaylamazsınız; amma demokrasinin gereği olan bir partinin, özellikle bir kadın siyasetçiye yapılan terbiyesizliği kim onaylayabilir ki!
Yahu, Rize’de İYİ Parti Genel Başkanı Sayın Akşener’e yapılan sözlü saldırı ve söylemler yakıştı mı yani!
Demokrasilerde elbet karşı fikirler çarpışır; ama Sayın Akşener’i PKK gibi bir terör ve bölücü örgütle CHP’nin üzerinden suçlamak kadar salakça bir söylem olabilir mi!
Yahu, bu ülkede PKK ile ve bölücü başı Öcalan’la aynı cümle içinde anılmayacak iki parti var ise bunlardan biri İYİ Parti, diğeri de CHP’dir.
Bu iki partiyi böyle bir iftirayla suçlamak nasıl bir salaklıktır anlamak zor!
İnsan olanda biraz zeka olur!
Yersen, diyerek bir söz söylenirse, kimse yemez ve tam bir dallama olduğunu ortaya koymuş olursun kardeşim.
İnsan biraz, doğru yalan söyler; yani mantığın kabul edeceği iftirayı atar!
Böyle bir anti propaganda olur mu be!
Tam olarak geri zekalı bir ürünün ürettiği bu propagandaya ancak geri zekalılar inanır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve devrimlerini öncelemiş iki partiyi ve liderlerini böyle bir düşünceyle köşeye sıkıştırmak isteyenlerin hiç mi aklı yok!
Kendi partilileri bile bu tür yakıştırma ve iftiralara gülüyorlar!
Siyaset bu kadar çirkinleşebilir ve çirkefleşe bilir mi? Diye soranlara artık, evet, bu kadar çirkinleşiyor, demekten utanıyoruz.
Son günlerin modası olan, mafya falan işlerini boş geçelim!
Tuz da kokmuş gibi!
Tuz, demişken, avuçlarında tuz gezdiren bazı gazeteci tayfasını da görmemezlikten gelmek olmaz. Hangi güç, hangi siyaset, “fikrim bir hıyar,” derse, bu tayfa tuzlarıyla koşuyor.
E, bize de “afiyet olsun” demekten başka ne düşer ki!
Ancak, o yalan gölüne bir kaşık yoğurt mayası atmak gerek;, tutarsa tutar, tutmaz ise kendinizi doğrayıp cacık yaparsınız be kardeşim.
Şu mantığa bak!
CHP ve İYİ Parti PKK’lıymış!
O da yetmez FETÖ yandaşlarıymış!
Aklımızla dalga geçmeyin, biraz akıllı davranın ki size de “akıllı” desinler be beyni kıllılar!
“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz,” deriz değil mi!
İster,eylem, isterse sırlı cam olarak anlayın.
Ne yaptığını gör; ya da kim olduğuna bak!
Ondan sonra öt; öt ki birileri seni “höt” diye kovalamasın!
..
Rize’de Sayın Akşener’e söylenen sözler mi?
Suçlamalar birazcık zeka koksaydı biz de koklardık!
Ama yok işte! Fikirler de zihinler de tam bir pislik!
Malzeme bu yani!
Yasal ve her geçen gün yükselen bir partinin, hem de kadın olan genel başkanına yapılanları kınamadan geçersem ben kendimi kınarım.
Bu tür canlı türeri insanı zorla İYİ Partili yapar, söylemesi bizden, düşünmesi sizden olsun!
Kafama taktım bir kere!
Bazı görüşler için incitici olabilir; ama olsun, kafama taktığım kasvetli bir kasket değil ki çıkarıp asayım askıya!
Madem ki ben kafama taktım, birileri de kafasına taksın isterim. Benden başkaları kafasız değil ya! Öyle ya, benimki kafa da başkalarınınki kafa değil mi yani!
Diyelim ki, diyerek varsayımlarla değil, var olanı söyleyeceğim.
Yeni doğmuş bir koyun yavrusu olan kuzu, çok sevimli değil midir kuzum!
Yani süt kuzusu!
Güçsüz, çaresiz ve aynı zamanda sevimli hali kimi etkilemez ki!
Kucaklamak istersiniz ve kucaklarsınız. Öpmek istersiniz, öpersiniz. Sütünü, suyunu; yemini, otunu kendi ellerinizle verirsiniz. Ad bile koyarsınız! Belki asla unutmadığınız birinin adını, belki de asla kavuşamadığınız bir sevdanızın lakabını yakıştırır, öyle seslenirsiniz kuzunuza.
Kuzu size alışır, kendi ellerinizle beslediğiniz için size güvenir. Bahçenizde, tarlanızda; dağınızda, bağınızda nereye gitseniz ardınızdan ayrılmaz. Bir şeyden korktuğu zaman, size koşar, kucağınıza sığınır. Acıktığı zaman gözlerinizin içine bakar, susadığı zaman etrafınızda meleyerek dolaşır. Çünkü o kuzucuğun tek varlığı siz olmuşsunuzdur artık.
Ve zaman geçer, kuzu ya koyun olur ya da koç; koyun da olsa koç da olsa o küçük kuzucuğun şartlandığı bir şey vardır.
O da size güven!
Ve siz!
Ne yaparsınız?
Bir zamanlar elinizle beslediğiniz, avuçlarınızdan su içirdiğiniz, nereye gitseniz ardınızdan gelen ve artık koyun ya da koç olmuş bir zamanların kuzucuğunu kesersiniz, yersiniz; eğer kalbiniz buna dayanmaz ise satarsınız!
Elinizdeki bıçakla ona yaklaştığınızda; ya da satıldığında ne hisseder acaba!
His yoktur, diyebilirsiniz; ama bir şartlanma vardır. O şartlanma da size olan güvendir!
Zaten his ve düşüncesi olsaydı, sizin bu ihanetiniz karşısında ağlamaz mıydı yani!
..
Dedim ya! Kafama takıyorum, biraz da siz kafanıza takın!
Kafanıza takın; çünkü, bu kuzu ile insan ilişkisini boşuna anlatmaya çalışmadık.
Bunu ister bireysel olarak düşünün, ister devlet ve halk olarak anlayın.
Bireysel olarak düşünürseniz, size iyilik yapan ve güvendiğiniz biri, sizi her zaman kendi çıkarı için öldürebilir ya da satabilir. Bu en fazla sizi ağlatır; ama metaforu devlet ve halk olarak anlarsak- ki kafama takılan budur işte- devlet, kuzu iken millet tarafından büyütülen bir koç mudur; yoksa millet, devletine güvenen bir koyun mudur?
Kesilmek ya da kurban vakti kurban edilmek veya satılmak!
Derken efendim, ulu bir sözü anmadan geçmek olmaz, “insanı yaşat ki devlet yaşasın!” Bir sulu söz de bizden olsun, “devleti yaşat ki insan yaşasın!”
Öylesine kafama taktım işte!
Kafama taktığım bu kasvetli kasketi bir kalpakla değiştirmem gerekecek galiba!
Fes başıma, püskülü ben olayım, diyecek değilim ya!
Değil mi yani!
Son günlerde her hangi bir notere yolunuz düştü mü bilemem. Düşenler bilir ve şahittir ki gördüğü manzarayı bir kelime ile anlatacak olsa Farsça olan kelimeyle “lebaleb” derdi.
Aslında bu yazıda “lebaleb” yerine Türk ve Türkçe aşığı biri olarak, “tıklım tıklım” ya da “herkes ağız ağıza” tanımlamasını kullanabilirdim; ama Arapça ve Farsça sözcükleri kullanmak adama bir başka hava veriyor doğrusu!
Okuyan ya da dinleyen, kullandığınız sözcüğün anlamını bilmiyor mu!?
Daha iyi ya!
İnsan oğlu insan kendisinin bilmediğini başkası biliyorsa ona daha fazla değer veriyor.
Kurduğu cümlenin içine birkaç Farsça, Arapça (Osmanlıca demiyorum, çünkü ‘Osmanlıca’ diye bir dil yoktur.) sözcük çaktınız mı, sizi dinleyen ya da okuyanın gözünde deniz olursunuz, derya olursunuz!
Anlaması gerçekten şart değil!
Bu tür insanlara Türkçe anlatsan da zaten anlamazlar ki!
Her neyse!
Gelelim, Fransızcadan dilimize yerleşmiş olan “noter” meselsine.
Geçtiğimiz günlerden birgün, sevgili avukatım Çağrı Arısoy ile Erzurum’daki her hangi bir notere gitmemiz gerekti.
İşimiz var ve vakit dar!
İnanın, hangi notere gittiysek, o noterde adım atılacak yer yok. Yani “lebaleb”.
“Bu “lebaleb” kelleye dönüşen bu oruç kafamızla çekilmez,” diyerek “lebaleb” olan noterlerden ayrıldık. Son gittiğimiz noterde merdivenlerin başında bekleyen kırk yaşlarında ve alnında derin çizgiler olan birine gazetecilik refleksiyle sordum:
Elbet doğrudan sorulmaz. Önce “lebaleb” kelimesini de kullanarak, “bu ne ya, nereye gitsek her yer ‘lebaleb’ dedim.
Yüzüme boş boş baktığını görünce, “gittiğimiz her noter tıklım tıklım,” diye açıklık getirdikten ve yarım yamalak “he ya,” cevabının aldıktan sonra devam ettim.
“Sizin işiniz de uzun sürecek galiba, vekalet falan mı?”
“Satış,” dedi. Babadan kalan tarlamı satıp, eşten dosttan borçlanarak bir ev almıştım, şimdi onu satıyorum, hem borçlarımı ödemeyi hem de cebimize birkaç aylık harçlık koymayı düşünüyorum.”
“Ne iş yapıyorsunuz,” diye sorunca, “esnafım, kapananlardanım,” dedi.
“Allah yardımcınız olsun,” dedim. Gülümsedi.
Evet, gerçekten hangi notere gittiysek çok kalabalıktı, tıklım tıklımdı (bakın burada ‘lebaleb’ demedim, ne bileyim belki kıllananlar olur yani,) Büyük ihtimal, kimi evini satmaya gelmişti, kimi borcu bitmeyen arabasını devretmeye çalışıyordu. Elbet o kalabalığın yarısı da alıcıydı. Parası olan alıyor, parası biten de satıyordu!
İşleri tıkırında olanlar alıyor, işleri kırılanlar da yılların birikimini satıyordu!
Elbet insanın yaşam sürecinde bu tür iniş ve çıkışlar doğaldır.
Zaman içinde devletler de aynı iniş ve çıkışı yaşayabilirler.
Ancak, esnaf dört işlemi, yani toplamayı, çıkarmayı, çarpmayı, bölmeyi; alacağını, vereceğini bildiği kadar birazcık felsefeye kafa yorsaydı ve birkaç yıl önce “neden,” sorusunu sorarak yanıt arasaydı, bugün “eller yukarı, kepenkler aşağı,” emrini duyar mıydı acaba!
Kafamın içi aşısız ve maskesiz sorularla “lebaleb” dolu; o yüzden aman ha yaklaşmayın, yoksa her geçen gün mutasyon geçiren emek, adalet, eşitlik, laiklik, demokrasi virüsü size de bulaşır.
Bu virüsü kaparsanız, vatan severlik ve milliyetçilik hastalığına yakalanırsınız.
Tanrı korsun, sonra oksijen tüpü de bulamazsınız!
Benden söylemesi!
..
Hadi son olarak biz de Nef’i’ye uzanalım da adam sansınlar.
“Ehl-i dildür diyemem sinesi saf olmayana…”
Ben de diyemem!