İlk ve orta öğrenimini Kahramanmaraş’ta tamamlar. İlkokulu da Kahramanmaraş’ta okuyan Erdem Bayazıt sırasıyla 1953’te İstiklal Ortaokulu’ndan, 1959 yılında ise Kahramanmaraş Lisesi’nden mezun olur. ilk şiirlerini daha öncelerden yazmaya başlamış lise yıllarında ise ilk şiirleri yayınlanmıştır.
Lisede olduğu yıllar Maraş’ta yetişen pek çok çağdaşı şair vardır. Bazıları daha sonra Maveracılar olarak adlandırılan bu şairlerin arasında A. Cahit Zarifoğlu, Sait Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Ali Kutlay gibi şairler bulunmaktadır. Üstelik bu kuşaktaki şairlerin Maraş’taki edebi ortamlarını besleyen Bahattin Karakoç ile kardeşi Abdurrahim Karakoç bu yıllarda popüler hale gelen Maraşlı şairlerdir. Bu kuşağın şairleri şiir ve öykülerini Demokrasiye Hizmet adlı mahalli gazetede yayımlamaktadır. Erdem Bayzıt ‘da bu gazeteye ilk olarak siyah-beyaz desenleri ile katılır.[1] Sonrada ilk şiirleri yayımlanmaya başlar. “Gün batıda bir kız sevdim” şiiri Demokrasiye Hizmet’in 4.2.1958 tarihli nüshasında C. Zarifoğlu ve A. Özdenören’in birlikte hazırladıkları “Fikir-Sanat” sayfasında yayınlanır.[2] Bu yıllarda Hamle Dergisi de yayına başlamış, Cahit Zarifoğlu ve diğer arkadaşları ile bu dergide yazı ve şiirlerini paylaşmaya başlamıştır. Cahit Zarifoğlu ile dostluğu bu yıllarda başlayacak ölene kadar da devam edecektir.
Liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırıp yüksek öğrenimine başlar. [3]Adil Erdem Bayazıt İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi iken de Maraş ve Maraş’taki basın ve fikir dünyası ile irtibatını kesmez. İlk sayısı 30 Ağustos 1960’da “İnkılâp” gazetesinin mesul müdürlüğünü üstlenmiştir. Gazetenin Genel Neşriyat Müdürü Cahit Zarifoğlu, sahibi ise Mustafa Özer’dir. [4]ŞAİR, tahsiline iki yıl kadar bu üniversitede devam eder. Bu yıllarda arkadaşı Cahit Zarifoğlu’nu da İstanbul’a davet eder. Zarifoğlu bu çağrıya uyarak İstanbul’a gidecektir. 1960 yılında dostu Cahit Zarifoğlu İstanbul Edebiyat Fakültesi Alman Dili Edebiyatına kaydını yaptırırken [5]o ise bir yıl sonra ailesinin ekonomik durumu yüzünden İstanbul’a fazla dayanamayarak 1961 yılında öğrenimini devam mecburiyeti olmayan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne nakledecektir. [6] Bu arada İstanbul’dayken i (MARAŞDER)’in kuruluşunda ve yayın organı “Dört Mevsim Maraş”ın yayınlanışında, derneğin çıkardığı EDİK adlı dergisinin çıkmasına aktif rol üstlenmiştir.
Bayazıt 1963 senesinde yüksek öğrenimine ara verip kayıt dondurarak askere gider. Askerliğini yedek subay öğretmen olarak BURDUR iline bağlı Çuvallı, Yeşilova köyünde yapar. Askerden dönünce ani bir kararla Hukuk Fakültesinden ayrılarak Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Edebiyat bölümüne kaydolarak bu okula ve bölüme devam eder. [7]
Bu defa bu bölümü bitirmeye azimlidir. Nuri Pakdil’in 1969 Şubatında Ankara’da yayınlamaya başladığı “Edebiyat” dergisinde şiirlerini de yayımlamaya başlamıştır.
1971 yılında DTYCF Edebiyat bölümünden mezun olan Bayazıt, mezuniyet sonrasında memuriyet hayatına atılır ve edebiyat öğretmeni olarak Kahramanmaraş’ta öğretmenliğe başlar. Mezun olduğu Kahramanmaraş Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak görev yapan şair, daha sonra Kahramanmaraş İl Halk Kütüphanesi’ne müdür olur.
1973’de “Sebeb Ey” adlı ilk şiir kitabını yayımlar. Daha sonra Lise Yıllarından beri arkadaş olduğu şairler grubu ile birlikte 1976 yılı Aralık ayından itibaren yayınlanmaya başlayan “Mavera” adıyla aylık bir edebiyat dergisini çıkarmaya başlar. Bu grup adını MAVERACILAR olarak kamuoyuna duyuracaktır. Dergide yazılarıyla Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören, Ersin Gürdoğan, Mehmet Kahraman ilgilenirken sahibi ve sorumlu yönetmeni Erdem Bayazıt’tır.
Bu dergide yayınlanan şiirlerine farklı tepkiler gelmektedir. Bu tepkiler derginin amacına ulaştığı kamuoyu tarafından dikkat çekmeye başladığının göstergesi olmaktadır. Rusya’nın Afganista’nı işgali üzerine Mavera dergisi üyeleri ile birçok sanatçının da iştirak ettiği ilginç bir protesto yapmaya karar verilir. Kızıl Rus’a karşı Afganistan’da süren savaş içerisinde kendisi de dâhil yedi kişilik bir ekiple 1981 Temmuzunda Ajans 1400 adına Afgan dağlarına doğru yola çıkar. Ekipte aYücel Çakmaklı, Ahmet Bayazıt, Şenol Demiröz, Çetin Tunca, Halil İbrahim Sarıoğlu ve Necdet Taşçıoğlu da vardır. Grup Pakistan’ın Peshawer kentinde, 270 kişilik bir Afgan gurubuyla birleşerek Afganistan içlerine doğru 20 gün boyunca dağlarda ve vadilerde 400 km yol kat edecek şekilde devam eder. İki buçuk ay süren bu yolculuğun tüm ayrıntıları Erdem Bayazıt’ın kalemiyle ve Mavera’da sıcağı sıcağına yayınlanmıştır.[8]
Daha sonra İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nın kuruluşunda sekreter olarak vazife alır. Milli Eğitim Bakanlığı’nda Basın Bürosu Memurluğu, Milli Kütüphane Süreli Yayınlar Şube Müdür Yardımcılığı görevlerine getirilir. Sanayi Bakanlığı İnsan Gücü Eğitim Daire Başkan Yardımcılığı görevini yürütürken istifa ederek kurucusu olduğu Akabe Yayınları’nın ve Mavera dergisinin yönetimini üstlenir.
Henüz öğrencilik yıllarında şiir yazmaya başlamış olan Bayazıt, Edebiyat ve Mavera dergilerinin kurucuları arasında yerini alır. Akabe ayayınlarını İlki 1972 yılında basılan “Sebeb Ey” ( 1972 yılında Edebiyat Yayınları arasında 9 adlı şiir kitabının 2. ve 3. baskısı Akabe Yayınları tarafından yeniden basılır. Ayrıca son şiirleri de “Risaleler” adı altında 1987’de Akabe Yayınları arasında çıkmıştır (2. baskı 1989). Bu iki kitap İz Yayınları tarafından “Şiirler” adı altında 1992 yılında bir arada basılacaktır. (4. baskı 1998).
1981 yılı Temmuz ayında Ajans 1400 adlı bir firmanın film ekibiyle beraber Afganistan’a doğru yola çıkan şair Şenol Demiröz, Yücel Çakmaklı, Ahmet Bayazıt, Çetin Tunca, Halil İbrahim Sarıoğlu ve Necdet Taşçıoğlu’ndan oluşan çekirdek bir kadro ile birlikte Pakistan’ın Peşaver kenti başta olmak üzere İran, Hindistan ve Afganistan içlerini gezer. Yaptığı bu iki aylık gezinin izlenimlerini topladığı ” İpek Yolundan Afganistan’a” adlı eseriyle 1983 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü’nü kazanır. Ayrıca bu yazıların bir kısmı “İpek Yolundan Afganistan’a” “Hicret Günleri” ve “Dullar Kampı” adlarıyla 1985’de kitaplar haline gelerek yayınlanır.
1984’te Akabe Anonim Şirketi’nin İstanbul’a taşınması kararıyla bu görevini devrederek İstanbul’a taşınması üzerine yeniden memurluğa döner. Devlet Planlama Teşkilatı’na sözleşmeli personel olarak girip çalışmaya başlar. Bu görevini de bıraktıktan sonra siyasete atılır.
1987 yılı seçimlerinde Kahramanmaraş’tan milletvekili adayı olur. 30 Kasım 1987 milletvekili seçimlerinde Anavatan Partisi’nden Kahramanmaraş milletvekili seçilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 18. dönem çalışmalarında Milli Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev alır. Bayazıt, TBMM Başkanlık Divanı’nca Üstün Onur Ödülü verilmesi kararlaştırılan 71 kişi arasında bulunmuştur.
1988 yılında Risaleler adlı şiir kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği Şiir Ödülünü kazanır. 1992 seçimlerinde adaylığını koymayan Bayazıt, İstanbul’a yerleşir. Evli ve dört çocuk babası olan Bayazıt’ın şiir ve yazıları Açı, Hamle (Kahramanmaraş), Çıkış (Ankara), Yeni İstiklal, Büyük Doğu, Edebiyat, Mavera, Yedi İklim ve Hece dergilerinde yayınlanmıştır.
2 yıl kanser tedavisi gören Erdem Bayazıt, 5 Temmuz 2008 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Devlet büyüklerinin de katıldığı cenaze töreninde Fatih Cami’inde kılınan cenaze namazının ardından Eyüp Sultan Mezarlığına defnedilir Erdem Bayazıt vefat ettiğinde 69 yaşındadır. [9]
5 Temmuz 2008 tarihinde Kahramanmaraş’ın gözde anadolu lisesi Merkez Anadolu Lisesi’ne ismi verilmiştir. Okulun ismi bu tarihten sonra Erdem Bayazıt Anadolu Lisesi(EBAL) olarak değiştirilmiştir. [10]
ALDIĞI ÖDÜLLER
1. ) Erdem Bayazıt, TBMM Başkanlık Divanı`nca Üstün Onur Ödülü verilmesi kararlaştırılan 71 kişi arasında bulunuyordu.
2. ) “İpek Yolundan Afganistan`a” adlı eseriyle 1983 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü`nü kazandı.
3. ) Risaleler; isimli eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği 1988 Şiir Ödülüne hak kazandı.
Şiirlerinde mücadeleci ve destansı bir üsluba sahip bir şair olan şairin şiirlerindeki İslâmî düşünceler bütün şiirlerine yayılmıştır. Şiirleri Açı (K. Maraş), Çıkış (Ankara), Yeni İstiklâl, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera ve Yedi İklim dergilerinde yayınlanmıştır.
Maveracılar denilen şiir topluluğunun ve Mavera dergisinin kurucu şairlerindendir. Akabe yayınlarının da kurucularından olan şair serbest ölçü ile İslami düşünceleri önde tutan, bir şairdir. Şiirlerinde geleneksel şiire yakın ama daha ziyade serbest ölçü ile yazan bir şairdir. Duru sade anlaşılır bir şiir dili kurmuştur. Sosyal faydayı önde götüren şair, şiiri İslami düşünceleri ve duyguları ifade eden bir araç olarak düşünmüştür. Şiiri düşünceleri için bir iletim vasıtası olarak görmüş, şiir yazmaktaki esas gayesi fikirlerini ve dini duygularını okurlara ifade etmek olarak düşünmüştür.
GEZİ NOTLARI:
İpek yolunda karartma akşamları
Sürecek savaşımız / Afgan dağlarında rüzgarlar / Ezanlarla beraber dolaştıkça / Kırları bayırları…`
Yıl 1981, mevsimlerden yaz. Tarihin aydınlattığı uzun bir yolda, Ankara`dan, Tebriz`e, Tahran`a, sonra gözü yaşlı göç şehri Peşaver`e ve Afganistan`a seyir halindedir Erdem Beyazıt. Gözleri görülmeyen ayrıntıda, kalemi elindedir. Onun bu kutsal seyrinde bir araya gelen topraklar, geçmişte olduğu kadar o gün de birliktedir, tuhaf bir ortaklığı yaşamaktadırlar. Türkiye askeri bir `darbe`yi, İran`devrim`i, Afganistan `savaş`ı simgeler ve İpek Yolu üçünün de sırlarını vakur bir edayla taşıyan yoldur. Üçünün de birbirine çok yakın zamanlarda yaşadığı tarihi tecrübelerin, çağlar boyu yitirdiklerinin ve biriktirdiklerinin tanığıdır.
`İpek Yolundan Afganistan`a` adlı kitabı, Erdem Beyazıt`ın uzun ve zorlu Afganistan yolculuğu esnasında tuttuğu notlardır. Gezi esnasında ihmal edilmeden, özenle yazılmış satırları okurken şu soruyu sordum: Gezi notları yazmak bir yazarlık refleksi midir yoksa tarihe şerh düşme kaygısı mı? Yazar görev mi addetmiştir bunu yoksa doğal bir gereksinme midir? Beyazıt`ın satırlarını okurken her ikisinin de aynı anda vuku bulduğunu, hissedildiğini anlamak zor değil. Kitap, coşkusu kaleminden taşan içten bir yazarın kelamı olduğu kadar, ülkelerin tarihlerinin kesiştiği coğrafyaya ayak bastığının farkında olan bir görev adamının zamanı yorumlayışıdır. Beyazıt yedi kişilik ekip ve iki araba ile planlı ve donanımlı olarak çıktıkları yolculuğun amaçlarını notlarının başında şöyle ifade eder: `Seyahatımızın ilk amacı İran ve Pakistan`daki Afgan muhacir ve mücahitlerine ulaşarak onların sesini dünya kamuoyuna aksettirmek… İkinci amaç, İslam devriminden sonraki İran`ı bütün gerçeği ile tanımak ve tanıtmak…Üçüncü amaç ise, İstanbul`dan Yeni Delhi`ye kadar kadim İpek Yolu`nun tarihi eserlerini ve turistik mevkilerini filme ve yazıya raptetmek!…`
Onlar sekizincileri `çöl` olan bir grup seyyahtır. Bazen incelip bazen kabalaşan, akıp giden kilometreler gibi huyu suyu iklime göre değişen çölü katıp yanlarına, yani nazlı bir arkadaşın eşliğinde onun gönlünü yapmaya çalışarak yol alırlar. Yollar dilsizdir. Adım başı birini bulup selam vermek yol tarifiyle birlikte duasını almak gerekir. Bunaltıcı sıcakta, her an tetikte, yüreği ağzında şehirlerin karartma akşamlarında, İpek yolunun mim duraklarını tek tek gezerler. Çölde serap görür gerçeği yadırgarlar kimi zaman; serap çölün cefasından daha gerçektir. Erdem Beyazıt`a göre çölde gün gibi aşikar olan sonsuzluk duygusudur. `Sonsuzluk duygusunu bir deniz, bir okyanus mu, yoksa bir çöl mü daha çok verir insana? Ben reyimi Çöl`den yana kullanıyorum.` der bu yüzden.
En çok insanlarının yüzünden okunur şehirler
Yolculuklarının ilk durağıdır İran. Beyazıt burada devrim sonrası İran hakkında bol bol malumat toplar, bildikleriyle karşılaştırmalar yapar. Önce Tebriz`de dinlenir sonra Tahran`da 3 gece geçirirler. Ve Kum`u, Isfahan`ı, Kirman`ı ziyaret ederek tutarlar Afganistan yolunu. İran`dan Afganistan`a yol uzun. Aradaki durak Pakistan ve çöl, çöl, çöl…
Pakistan`a gidene kadar uzun bir yolculuk geçirir, pek çok konaklama yerinde, misafirhanede, handa, bozuk yolların kenarına kurulmuş küçük dükkanlarda, yemek, çay ve uyku için dururlar. Beyazıt burada tanıştığı kişileri detaylıca anlatır. Peşaver`de tanıştığı 18 yaşındaki muhacir genç için `Yurdunu yuvasını kaybetmiş olmanın, vatanı işgal edilmiş olmanın tüm çilesini Abdulgaffar`ın gencecik yüzünde bir anda okumak mümkündü.` der. Abdulgaffar derisi Peşaver güneşi yanığı gencecik bir delikanlı. Onun ince, kavruk yüzünde acının usulca sevince dönüşünü görür, bir yurdun talihinin dönüşünü görür gibi.
Gezdiği tüm şehirleri insanlarının yüzünden okur. Şairane bir okuyuştur bu. Çünkü bir insanda cisimleşen büyüdüğü şehrin tarihidir. İnsan, rengini, dilini, tadını ve kokusunu ait olduğu şehirden alır. Tıpkı Abdulgaffar`da olduğu gibi gözlerindeki ışıltı, davranışlarındaki olgunluk savaşla tanışıklığını ele verir. Peşaver`i çevreleyen muhacir kamplarını gezerken, ülkenin ileri gelenleriyle siyaset konuşurken, cephede mücahitlerle dertleşirken, bir yurdun tarihini kişilerin suretinden okumaya çalışır. Bu eğilimi onu daha hassas, daha kederli kılar ister istemez.`Muhacir kamplarını gezerken bana en çok dokunan görünümlerden biri her kampın bitişiğindeki mezarlıklar oluyor. Mezarlarında yatanlar sanki bu kamplarda yaşayanlardan daha fazla. Hele çocuk mezarları, kadın mezarları! Rabbim ne kadar çok minnacık mezar var! Ve ne kadar renkli bezlerle, sırma tellerle süslenmiş ve toprağı daha kurumamış kadın mezarları!.. Ah doğum yaparken ölen tazecik anneler, ah dünyayı tanımadan göçen miniminnacık yavrular!` Bir merkez hastanesini gezerken aynı şairane kederle şunları söyler: `Bu mazlum bu çilekeş, bu kahraman insanların asaleti karşısında bir anda içimi öyle bir mahcubiyet duygusu kaplıyor ki, değil onları sorularımla rahatsız etmek, onların karşısında ayakta duruyor olmak bile bana bir saygısızlık gibi geliyor.` Bu satırlar Beyazıt`ın duygusal yoğunluğunu tam manasıyla ifade eder.
Peşaver`den muhacir şehir Afganistan`a, `cephe`ye gitmek için yola çıkarlar. Kalabalık mücahit bölüğüyle önce uzun bir otobüs yolculuğu, ardından da günler sürecek zorlu bir yürüyüş beklemektedir onları. Afganistan`a gidiş ve dönüş yürüyerek, bazen de katır sırtında geçer. Erdem Beyazıt uzun uzun anlatır bu yürüyüşü. Azad bölgelerde başları önlerinde yorgun ve tedirgin Afgan muhacirleri görür, göz yaşlarına hakim olamaz. Dağlar, tepeler, vadiler, ırmaklar, kızıl-boz toprak yollar aşarlar. Bir savaşa sınır olan şehirlerde düşünceler, hisler de sınırlarda dolaşır, büyük bir imtihanla sınanır. Yüksek dağların dik yamaçlarında, fantastik bir yol öyküsünün kahramanı olurlar.
Beyazıt diğer kahramanların Erdem Ağabeysidir. Vardığı şehirlerin cümle kapısında çocukların selamıyla karşılanır. Evlerin önündeki hasır peykelerde dinlenir, damların üzerine battaniye serip uyur. Her tarafta bombalanmış köyler, son bulmuş kısa hayatlar, soran bakışlar ve bir de toprağı zehirleyen mayınlar vardır. Silahla büyüyen erlerin tüm yoksunluklara rağmen var güçleriyle verdikleri bağımsızlık mücadelesi öylesine yer eder ki yüreğinde `Savaş Risalesine Zeyl`de mısralarına yansır:
`Hiçbir okyanus olamaz/ Bir mücahidin/ Yüzündeki çizgilerden/ Daha derin.`
Erdem Beyazıt bu kitabıyla sadece yol hatıralarına değil, yaşamına, zevklerine, kederlerine, kavgalarına, heyecanına dahası yolculuğuna ortak eder okuyucusunu. Çoğu zaman kadim bir dostla dertleşir gibi yazar, bazen tam aksine ders verir gibi. Bugün ne yazık ki kitabın baskısı yok. Kütüphanede bulduğum 395 sayfalık nüshayı okuyup bitirdiğimde ise onların iki aylık yolculuğu henüz bitmemişti. Kitabın neden yarım olduğu, ikinci cildinin yazılıp yazılmadığı bilinmez ama yine de `Erdem Ağabeyi` yakından tanımanın en iyi yoludur; `İpek Yolundan Afganistan`a` yola çıkmak.
Sana,Bana,Vatanıma Ülkemin, İnsanlarına Dair.
“Telgrafın tellerini kurşunlamalı’’
Öyle değildi bu türkü bilirim
Bir de içime
-Her istasyonda duran sonra tekrar yürüyen-
Bir posta katarı gibi simsiyah dumanlar dökerek
Bazan gelmesi beklenen bazan ansızın çıkagelen
Haberler bilirim mektuplar bilirim.
Gamdan dağlar kurmalıyım
Kayaları kelimeler olan
Kırk ikindi saymalıyım
Kırk gün hüzün boşaltan omuzlarıma saçlarıma
Saçlarının akışını anar anmaz omuzlarından
Baştan ayağa ıslanmalıyım
Gam dağlarına çıkıp naralar atmalıyım.
İçimde kaynayan bir mahşer var
Bu mahşer birde annelerinin kalbinde kaynar
Çünkü onlar yün örerken pencere önlerinde
Ya da çamaşır sererken bahçelerinde
Birden alıverirler kara haberini
Okul dönüşü bir trafik kazasında
Can veren oğullarının.
Bir de gencecik aşıkların yüreklerini bilirim
Bir dolmuşta yorgun şoförler için bestelenmiş
Bir şarkıdan bir kelime düşüverince içlerine
Karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin
Beton apartmanların sağır duvarlarını yumruklayan
Ya da melal denizi parkların ıssız yerlerinde
Örneğin Hint Okyanusu gibi derin
İsyanın kapkara sularına dalan.
Nice akşamlar bilirim ki
Karanlığını
Bir millet hastanesinde
Dokuz kişilik kadınlar koğuşu koridorunda
Başını kalorifer borularına gömmüş
Beyaz giysilerinden uykular dökülen tabiplerden
Haber sormaya korkan
Genç kızların yüreğinden almıştır.
Bir de baharlar bilirim
Apartman odalarında büyüyen çocukların bilmediği bilemeyeceği
Anadolu bozkırlarında
İstanbul’dan çıkıp Diyarbekir’e doğru
Tekerleri yamalı asfaltları bir ağustos susuzluğu ile içen
Cesur otobüs pencerelerinden
Bilinçsiz bir baş kayması ile görülen
Evrensel kadınların iki büklüm çapa yaptıkları tarla kenarlarında
Çıplak ayakları yumuşak topraklara batmış ırgat çocuklarının
Bir ellerinde bayat bir ekmeği kemirirken
Diğer ellerinde sarkan yemyeşil bir soğanla gelen.
Yazlar bilirim memleketime özgü
Yiğit köy delikanlılarının
İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladıkları
Birinin ölü dudaklarından sızan kan daha kurumadan
Üstüne cehennem güneşlerde göğermiş mor sinekler konup kalkan
Diğeri kan ter içinde yayla yollarında
Mavzerinin demirini alnına dayamış
Yüreği susuzluktan bunalan
İçinden mahpushane çeşmeleri akan
Ansızın parlayan keklikleri jandarma baskını sanıp
Apansız silahına davranan
Nice delikanlıların figüranlık yaptığı
Yazlar bilirim memleketime özgü
Güzler bilirim ülkeme dair
Karşılıksız kalmış bir sevda gibi gelir
Kalakalmış bir kıyıda melül ve tenha
Kalbim gibi
Kaybolmuş daracık ceplerinde elleri
Titreyen kenar mahalle çocukları
Bir sıcak somun için, yalın kat bir don için
Dökülürler bulvarlara yapraklar gibi.
Kadınlar bilirim ülkeme ait
Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak
Göğüsleri Çukurova gibi münbit
Dağ gibi otururlar evlerinde
Limanlar gemileri nasıl beklerse
Öyle beklerler erkeklerini
Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi.
İsyan şiirleri bilirim sonra
Kelimeler ki tank gibi geçer adamın yüreğinden
Harfler harp düzeni almıştır mısralarında
Kimi bir vurguncuyu gece rüyasında yakalamıştır
Kimi bir soygun sofrasında ışıklı sofralarda
Hırsızın gırtlağına tıkanmıştır.
Müslüman yürekler bilirim daha
Kızdı mı cehennem kesilir sevdi mi cennet
Eller bilirim haşin hoyrat mert
Alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır
Her kırışığı sorulacak bir hesabı
Her çizgisi tarihten bir yaprağı anlatır.
Bütün bunların üstüne
Hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim
Vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim
Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli
Adın kurtuluştur ama söylememeliyim
Can kuşum, umudum, canım sevgilim.
ERDEM BAYAZIT
BULMAK
Bir an kayboldun gibi! yaşadım kıyameti
Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti
Yeniden su yürüdü dalıma yaprağıma
Bir bakışın can verdi kurumuş toprağıma
Çiçeğe durdu kalbim içtim parmaklarından
Göz çeşmem suya erdi sevda kaynaklarından
Bir aydınlık denizin sonsuz derinliğinde
Yüzüyorum gözünün yeşil serinliğinde
Bir ışık bir kelebek biraz çiçek biraz kuş
Yeni bir ülke yüzün ellerimde kaybolmuş
Soluğum bir kuş gibi uçuyor ellerine
Kapılıp gidiyorum saçının sellerine
Gözlerinden göğüme sayısız yıldız akar
Bir gülüşün içimde binlerce lamba yakar
Bir kurtuluştur o an çağrılsa senin adın
Sesin ne kadar sıcak sesin ne kadar yakın
Tabiat bir bembeyaz gelinlik giymiş gibi
Yüzüme kar yağıyor sanki elinmiş gibi
Sensiz geçen zamanı belli yaşamamışım
Sensizlik bir kuyuymuş onu aşamamışım
Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden
İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden
Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm
ERDEM BAYAZIT
Birazdan Gün Doğacak
Nuri Pakdil’e
Beton duvarlar arasında bir çiçek açtı
Siz kahramanısınız çelik dişliler arasında direnen insanlığın
Saçlarınız ızdırap denizinde bir tutam başak
Elleriniz kök salmış ağacıdır zamana
O inanmışlar çağının.
Zaman akar yer direnir gökyüzü kanat gerer
Siz ölümsüz çiçeği taşırsınız göğsünüzde
Karanlığın ormanında iman güneşidir gözünüz
Soluğunuz umutsuz ceylanların gözyaşına sünger.
Gün doğar rüzgar eser bulut dolanır
Rahmet şarkısı söyler yağmurlar
Alnınız en soylu isyandır demir külçelere
Gürültü susar ses donar sevgi tohumu patlar
Sessiz bir bombadır konuşur derinlerde.
Ey bizim sabır yüklü toprağımızın kutsal ağacı
Sen bize hayatsın umutsun mezarlar kadar derin
Bizi tutan bir şey varsa dirilten o sensin
Üzerinde uyuduğumuz yavru kuşların tüy renkli sıcaklığı.
Ey damarlarımızda donan buz yüzlü heykeller beldesinden
Yıkıntılar sonrası sığındığım şefkat anası
Ey dağları yerinden oynatan ses ey mermeri toz eden rüzgar
Ey alemi donatan ışık toprağa can veren el.
Gün olur toprak uyanır ağaç uyanır uyanır böcekler
Sarı bozkır titrer çıplak ağaçlar yeşerir gök yıkanır kirli dumanlardan
Su coşar deniz kabarır canlanır ölü şehirler
Yemyeşil bir rüzgar eser yıldızlar arasından.
Şimdi siz taşıyorsunuz müjdenin kurşun yükünü
Çatlayacak yalanın çelik kabuğu
Sizin bahçenizde büyüyecek imanın güneş yüzlü çocuğu.
ERDEM BAYAZIT
SEBEP EY
Ürperir tabiat, üfleyince rüzgârı derin gök soluğu
Ulu ses dokununca çarka
Düşer ölümün gölgesi eşyaya.
Başlar eşyada hareket kurtulmak için kendinden
Daha öteye geçmek için arınmak gibi elbiseden
Yakalar ölümsüzlüğün sonsuz ipini
Sonra ses olur
Zamanın idrak incisi ses döner, döner, döner de
Yönelir sebebe
Sebeb ey!
Sesi damarla çizer
Mutlak sözü damarda kanla çizer
Uzar bir göz ağrısının gecesi uçsuz bir nehir gibi
Bir bebeğin ilk hecesi düşer ağzından ansızın ve bulur
Sonra toprak sıkışır sıkışır taşar da renk olur tarla da
Günesin çarpılmış elçisi Van Gogh´la gelir önümüze
Portakalla yayılır karanfilde tutuşur karar kılar denizde
Renk denizde karar kılan ebedi tarla olur.
Renk başkaldırırken helezonlar çizerken ses
Som fatih su fetheder tabiatı
Döner döner döğünür eritir dağları yobaz kayaları
Daha der sığmaz kabına yönelir göğe teslim olur
Ve düşerken toprağa çağırır
Sebeb ey!
Her sabah bütün bitkiler iştahlı bir çocuktur
Emer, emer, emer toprak anayı
O sultan hazinesi o hep veren sonsuz cömert anayı
Yeşil hayat, kırmızı hareket, sarı sabır emer
Ve beyaz iman çizer sesini
Tamamlar kavisini
Sebeb ey!
ERDEM BAYAZIT
ÖLÜM RİSALESİ
Damla damla oluşuyor hayat
Ölüm kımıl kımıl
Duymak kolay
Anlatmak değil
Her an
Farkındayım
Az az öldüğümün
Bilincindeyim doğan ayın
Eriyen karın akan suyun
Ve usul usul tükenen zamanın
Tekrarlayıp duruyor saat
Vakit te mahluktur
Vakit te mahluktur
İşliyor kalbim
Eskiyor saçlarım
Ve gözlerimin en ince hücreleri
Okuyorum hayatı
Toprağın üstünden çok
Altındakilerle var olduğunu
Toprak
Ölüme aç
Ölüme muhtaç
Hayat
Ölüm muhakkak
Ve ölüm mutlak
Tek kapısıdır ölümsüzlüğün
Ölümle tanıştıktan sonra anladım
Sadece bir kimlik belgesi olduğunu yaşamanın
Kesitler
Mahlukta devinen
Gürül gürül bir ırmaktır ölüm
Babalar ölür
Dolaşır eli ölümün
Saçlarında anaların oğulların
Analar ölür
Kök salar hasret yüreklere
‘Bir evlat pir olsa da’
O zaman anlar ancak neymiş öksüzlük
Oğullar ölür
Bir kafes olur ölüm
Ana kalbi bir kuştur
Azad kabul etmez
Sevgililer ölür
Bir hicret olur ölüm
Bir sıla
Mesela arkadaşlar
Arkadaşlıklar vardır okullarda
Bakarsın biri gelmez bir gün
Ve artık hiç gelmeyecektir
Simsiyah bir gölge düşmüştür adeta
Bahçeye koridorlara sınıflara
Bir fısıltı dolaşır dudaklarda
Kimi kirpikleri ıslak
Çökmüş bahçenin tenha bir yerine
Elinde bir çöp resmini çizer toprağa
Anıların
Kimileri öbek öbek toplanıp
Çaresizliği dile getirirler anlamsız sözcüklerle
-Nasıl olur daha dün beraberdik
-Salıncakta İki Kişi’yi izlemiştik daha dün nasıl olur
-Geçen pazar kırlarda dolaşmıştık
”Göçmen kuşlar yerli kuşlardan daha mutlu olmalılar
Hayatı dolu dolu yaşıyorlar” demişti unutamıyorum
Sonra bir mezarlıkta Bir çukurun başında
Bir kapının ağzında
Herkez susar
Konuşur ölüm
Ve sürer hayat.
Bazan bir tekerlek altında
Ansızın gelir ölüm
Apansız biter sınav
Bir elektrik kesilmesi gibi
Kesilir tulu emel
Bazan ölüm vardır
Ölümden önce gelir
Mesela bir hapishanede bir hücrede yaşanır
Sorular hep yanıtsız kalır orada
Sadece konuşan rüyalardır
Yahut hayaller suskun duvarlarda
Gözler kabul eder parmaklar kabul eder
Ama beyin hep umuttan yanadır
Bazan akan bir film şeridinin
Tek kare donan bir fotoğrafı gibidir
Ölüm
Karşıda bir manga asker
Gözler namluların karanlık ağızlarını görmez de
Takılıp kalır masmavi gökyüzünde
Asılıp kalmış bembeyaz bir buluta
Ölümden uzak ölümler vardır
Gazete ilanlarında rastlanılan
Dünyaya bağlılığın zavallı
Ve muannit
Bir belgesidir
Daha çok kalanlara ait.
Bir de bir örümcek ağının ortasına düşmüş
Bir sineğin titrek bacaklarında seyretmiştim ölümü
Ölümler vardır:
Can kuş gibi uçar gider
Bir martının süzülüp
Kaybolması gibi maviliklerde
Bir Portre
Engin sakin berrak bir denize
Uçsuz bir kumsaldan ağır ağır
Nasıl yürürse insan
Sokrates öyle yürüdü ölüme
Tilmizleri ağlaşırken
O vasiyet ediyordu:
-Asklepyos’a bir horoz borçluyuz
Unutmayınız.
Ne tuhafsınız dostlar
Güçsüz kadınlar gibi ağlaşmak niye
Yükselmek varken ölümsüzlüğe
İnancına sahip olmak
İnsan olmanın şartı
Kölelikler içinde en onulmaz kölelik
Hayatın ölümcül yanına
Takılıp kalmak değil mi?
İlkin ayaklarında duydu Sokrates
Zehirin soğukluğunu
Ve yavaş yavaş ölüm
Yükseldi göğsüne çenesine
Dudaklarında donan son bir tebessümle
Bir işaret taşı da böylece
Sokrates dikmiş oldu ölüme
Ölümün Sesi
Ölümden bir işaret var her şeyde
Ölümün sesini duyuyorum şarkılarda türkülerde:
-Kışlanın önünde redif sesi var
Namluların ucunda ölümün sesi!
-Bir ay doğdu geceden oy oy
Karanlığın ağzında ölümün sesi!
-Erzurum dağları kan ile boran
Vadilerin koynunda ölümün sesi
-Ezo gelin durmuş bakar yollara
Umudun ardında ölümün sesi!
-Bir ihtimal daha var
Umuddan da öte ölümün sesi!
Kendi Ölümüme Ait Bir Deneme
Bir gün öleceğim biliyorum
Bunu her an ölür gibi biliyorum
Anamın yüreğinde bir kor
Ölene dek sönmeyecek bir ateş
Kımıldanıp duracak hep
Karım bomboş bulacak dünyayı
-N’olurdu birlikte ölseydik, deyip duracak
Oysa insan yalnız ölür
Ama o olmayacak dualarla teselli arayacak
Kızlarımın gırtlaklarında bir düğüm
Bir süre kaçacaklar insanlardan
Boşluğa düşmüş gibi bir duygu içlerinde
Sonunda onlar da kabullenecekler öylesine
Ölümüme en çabuk dostlarım alışacaklar
-Yaşayıp gidiyorduk yahu
Ne vardı acele edecek!
Diyecekler
Biliyorum yaklaşıyoruz her an
Biliyorum oruçlu doğar insan
Ölümün iftar sofrasına
Son Söz
Ve zaman döne döne
Gelmişti başlangıç noktasına
İlk yaratılış düğümüne
Mahlukatın var olduğu
Yüzüsuyu hürmetine
Evrenin Efendisinin
Kavuşmak vakti gelmişti sevgilisine.
Hayatın menbaı
Merhametin son durağı
Madeni, muhabbet ocağının
Ateşler içindeydi
Yatağında.
İltica etmişti sanki Kainat
Kutsal tenine
Hayata şafak olan alnında
Ter taneleri
Her biri insanlık çilesinden
Bir haberdi sanki
Bir an oldu
Aralandı gözleri
Sonsuzu kuşatan bakışları
Süzdü ciğerparesi Fatıma’yı
Süzdü tek tek çevresindeki
Can dostlarını
Kıpırdadı dudakları, dedi:
-Ebu Bekir kıldırsın namazı
Sonra daldı daldı uyandı
Son defa aralandı
Bakışları
Yöneldi bir noktaya
Karar kıldı bir noktada
Ve dedi:
-Merhaba ey refik-i ala!
Olacak oldu
Akıllar kamaştı
Kalpler tutuştu
Feryat ve figan gökleri tuttu
Çekti kılıcını Faruk olan
Sıçradı orta yere:
-Kim derse ”O öldü”, öldürürüm!
Ayrılık ateşinden
Ateşin şiddetinden
Sanki bendler çözülmüş
Felekler çökmüştü
Şuur tutuşmuş
Akıl iflas etmişti.
Sonra Sıddıyk olan
Yetişti geldi
Baktı baktı yatağında hareketsiz yatan sevgiliye
Mağarada arkadaşına Hicrette yoldaşına
Sonra baktı çevresine
Mahşerden önce mahşer hali yaşayan
Ashabına
Aline
Ebu Bekir dedi:
-Ey nas, susun!
Kim ki Resulullaha tapmaktadır
Bilsin ki Resul ölmüştür
Kim ki Allaha tapmaktadır
Bilsin ki Allah ölmez
Hayy ve Layemuttur
Ey nas, susun!
”İnna Lillah ve inna ileyhi raciun”
Sonra eğildi sevgilinin yüzüne
Sürdü bulutlanmış gözlerini
O güzellikler ülkesine
Baktı baktı ve dedi:
-Hayatında güzeldin
Ölümünde güzelsin
Öldün
Bir daha ölmeyeceksin
ERDEM BAYAZIT
SAVAŞ RİSALESİ
Güneşin
Mızrakların ucuna takılıp
kaldığı
bir vakitte
Diriliş erlerinin yüreklerinden
yayılan
Bir depremle sarsılıyordu arz.
Gerilmişti altımızda atlarımız
Fırlayıp kopacakmış gibi
baldırlarından
kasları
Ve tarıyordu bir projektör gibi
bakışları
üç kıtayı
Yeni bir vakte eriyordu yürekler
Yayılıyordu o muştu
O coşku
O haber.
Bir gelen var
emin haberciden
emin olana
Ondan da sıddık olana ve sadık olanlara
sohbete erip
halkada duranlara
yürekten yüreğe
yol bulanlara.
Bir gelen var
Bütün kıtalarda beklenmekte
olana
ayarlanmış
kulaklar
İlkin çobanlar duyuyorlar
Sonra ağaçlar
kurtlar
kuşlar
Çünkü onlar bilirler dinlemeyi
Onların elindedir toprağın nabzı
İlk onlar sezerler yeni olanı
Rüzgarlarla geleni
Bulutlardan ineni.
Bir dağın tepesinde
Yeni doğan bir ay gibi
Veysel Karani
Evreni
Kuşatan bir yay
Gibi
Açılmıştı
Kolları.
Selman
Bir şehrin kapısında
Bir kapının
Arkasında.
Ey savaşmakla emrolunanlar
Yürekleri Kevser suyu ile yıkananlar
Alacakaranlıkta bir seher vaktinde
Ayrılırken yurtlarından
yuvalarından
Bahçe köşelerinde kapı önlerinde sofalarda
odalarda
Bir bir çıkıp gelen yolumuzu kesip duran anılar
Yatak odamızın penceresinden
Uyandığımızda ilk görülen o tepe
O tepede o kayanın değişmeyen konumu
Güneşi bir muştu gibi her gün yeniden
Doğuran o dağ
elveda
Kadınlarımızın kirpiklerinde sıralanan
Adanmışlık ve bağlılık yazıları
elveda
Çocuklarımızın göğsümüze
yüzümüze
saçlarımıza
Sokulan alınları titreyen dudakları
kaçamak bakışları
Cennetten bir koku ölümsüzlükten bir pay olarak
Çektiğimiz ciğerlerimize
İnen yüreklerimize
Damla damla
Elveda….
O ki meydanın ortasında durmuştu
Elini kılıcının kabzasına koymuştu.
Dedi savaşçı:
” Ben gidiyorum
Hicret ediyorum
Varsa ağlatmak isteyen anasını
Dul koymak isteyen karısını
Ve istiyorsa çocukları yetim kalsın
Arkamdan gelsin.”
Yeryüzü yeni bir güne hazırlanıyordu
Zaman devrini henüz tamamlıyordu.
O konuştu:
“Ey eti etimden olan
Bu dünyada ve öbür dünyada
Kardeşim olan!
Bu gece yatağımda
sen yatacaksın
bana vekillik
yapacaksın.
Biz gidiyoruz
Hicret ediyoruz
Sen sonra geleceksin
Ama önce emanetleri
sahiplerine
vereceksin.”
Sonra o dağda
Maveranın kapısı olan
Bir mağara
Orada ikisi
O ve
İkinin ikincisi
sonra çöl:
Çölde tepeler..
Çölde develer..
Çölde geceler
Ve çöle serpilen
Mucizeler.
Medinede bekleyenler var
Damların üstünde, yollarda
çocuklar
kadınlar
Elleri alınlarında, gözleri ufukta
delikanlılar
ihtiyarlar..
Dediler. ” Veda tepeleri üstünden
Üzerimize ayın ondördü doğdu
Şükürler olsun, şükürler olsun
Bize vacip oldu, şükretmek
Şükürler olsun…”
ERDEM BAYAZIT
‘
Sait Mutlu, Sabri Arslan, Mehmet Emin Balyan, Ahmet Yücel’in aziz hatıralarına’
Onlar gittiler
ÖNDEN GİDENLER İÇİN
Yalnız bir yemin kaldı aramızda
Ben şimdi bu yanda
Kasılmış çıplak bir kurşun gibiyim
Namluda.
Onlar gittiler
Topraktan bir işaret taşıyarak alınlarında
Ben şimdi bu yanda
Gerilmiş bir an gibiyim
Doğumla ölüm arasına.
Onlar gittiler
Gelen zamandan bir haber gibiydiler.
Ben şimdi bu yanda
İçilmiş bir and için bekleyenim
Kurulmuş saat gibi.
Onlar gittiler
Giderken bir muştu gibiydiler.
ERDEM BAYAZIT
SENDİN
Sendin gökkuşağındaki yedinci renk
Sendin denizdeki uçsuz bucaksız mavilik
Sendin içimdeki ateş, yüreğimdeki sızı
Ve sana karşı koyulmaz hasretlikti gönlümde olan
Masallarda adı geçen güzel sendin
Kafdağındaki zümrütü anka kuşu gibi
Bana benden yakın, bana benden uzak olan
Akşamları gökyüzümdeki yıldız sendin
Sendin kaderimdeki yalnızlık
Şiirimdeki kadın sendin
İçtiğim kadehdeki şarap
Gördüğüm rüya sendin
Söylediğim şarkı olan sendin
Sigaramda duman duman
Yüreğime umut olan sendin
Sendin bitmez, tükenmez
Her fırsatta boğazımda düğümlenen sendin
Batan güneş sendin
Kalem tutan ellerim
Kulağımda çınlayan
Yazmaya çalıştığım şiir sendin
Yalnız akşamlarda üstüme çöken
Düşlerken kaybolup gittiğim sendin
Her bir gecede binlerce kere öldüren beni
Yağmur yağarken yüzüme düşen sendin
Aynaya baktığımda gördüğüm
Gören gözlerim sendin
Umudamda sendin, umutsuzluğumda
Yalnızlığımda sendin, yalınsızlığımda sen
Kaynak,
GÜNDEM
26 Nisan 2024GÜNDEM
26 Nisan 2024SPOR
26 Nisan 2024SAĞLIK
26 Nisan 2024SAĞLIK
26 Nisan 2024GÜNDEM
26 Nisan 2024GÜNDEM
26 Nisan 2024